İklim değişikliğinin artan olumsuz etkileri, çevresel risklerin yönetim ihtiyacı, insan haklarına, etik değerlere, şeffaflığa, veri güvenliğine verilen önemdeki artış gibi gelişmeler, ESG (Environment, Social and Governance- Çevre-Sosyal-Yönetim) unsurlarının son yıllarda tüm dünyada daha fazla dikkate alınmaya başlamasına neden oldu. ESG’nin her alanda artan önemi yatırımcılar nezdinde de karşılık buldu; çevresel, sosyal ve yönetimsel unsurların yatırım kararları içerisindeki ağırlığı günden güne arttı. Başta yalnızca ürün ve hizmetlerin sorumlu bir şekilde üretilmesini gözeten sürdürülebilirlik odaklı yatırımcılar, 2015 yılında Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın ilan edilmesiyle bu amaçlara yapılan katkı yoluyla çevre ve toplum üzerinde yaratılan etkiyi de dikkate almaya başladılar.  Dünya Ekonomik Forumu’nun Ocak 2021’de yayımladığı Küresel Riskler Raporu’na göre gelecek on yıl için hem olasılığı hem de etkisi en yüksek riskler listesinde çevresel konular ağırlıkta, en olası 10 risk sıralamasındaki ilk 5 riskten 4’ü çevresel risklerden oluşuyor. Çevre ve çevreyle bağlantılı olarak iklim krizi başta olmak üzere sürdürülebilirlik konusundaki risklerin önümüzdeki yıllarda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gündemin üst sıralarında yer almaya devam etmesi bekleniyor.

Gelişmiş Ülkelerde Durum

Son yıllarda sadece finansal değil finansal olmayan göstergelerin de ekonomik sonuçlara yol açabileceğinin anlaşılması ve şirketlerin çevre, sosyal ve yönetimsel alanlarda pozitif etki yaratmaları yönündeki paydaş beklentileri, “hissedarın önceliği” (shareholder primacy) kavramının sorgulanmasına neden oldu. Milton Friedman’ın öne sürdüğü “bir şirketin en önemli sosyal sorumluluğu kâr etmektir” anlayışı çerçevesinde şekillenen ve kısa vadede şirket değerini artırmayı amaçlayan hissedarın önceliği kavramı uzun yıllardır eleştirilmekteydi. Pay sahiplerinin yanı sıra müşteri, çalışan, tedarikçi, şirketin faaliyet gösterdiği çevre ve toplumun da eşit derecede önemsendiği bir yaklaşımın gerekliliği iş dünyasının önemli temsilcilerinden Amerikalı Business Roundtable tarafından da benimsendi. 1997’den beri Business Roundtable’ın resmi görüşü niteliği taşıyan pay sahiplerinin önceliği ilkesi yerini 2019 yılında yayımlanan bildiri ile menfaat sahiplerinin tümünün eşit derecede önemsendiği bir yaklaşıma bıraktı. Bildiriye imza atan 181 CEO, amaçlarının müşterilere değer sunmak, çalışanlara yatırım yapmak, tedarikçilere adil ve etik davranmak, hissedarlar için uzun vadeli değer üretmek ve çalıştıkları toplulukları desteklemek olduğunu kamuoyuna duyurdu. Apple’dan Amazon’a dünyanın önde gelen şirketlerinin CEO’ları tarafından imzalanan bu bildirge, iş dünyasının geçirdiği dönüşümün önemli bir göstergesi olma niteliği taşıyor.

Covid-19 salgınıyla beraber ESG unsurlarının önemi başka bir boyuta daha ulaşmış durumda. İş dünyasının önceliklerinin değiştiği, tüketici davranışlarının yeniden şekillendiği, insan sermayesinin öneminin arttığı bu yeni dönemde sürdürülebilirlik önem kazanmaya devam ediyor. İklim krizinin ve çevresel felaketlerin bugünküne benzer salgınları tetiklemesi ihtimali, sadece iş dünyasında değil, toplumun geniş kesimlerinde de sürdürülebilirlik konusundaki tercihleri ön plana çıkardı. Refinitive verilerine göre 2020 yılında sosyal tahvillerin büyüklüğü 164 milyar USD’ye, sürdürülebilir tahvillerin büyüklüğü 128 milyar USD’ye, yeşil tahvillerin büyüklüğü ise 223 milyar USD’ye ulaştı. Bu büyüklükler 2019 ile kıyaslandığında sosyal tahvillerde 10 kat, sürdürülebilir tahvillerde ise 3 kat büyüklüğe işaret ediyor. 

Dünya Ekonomik Forumu da Business Roundtable’a benzer şekilde hissedarı odağa alan anlayışın değişmesini öneriyor. 2020 yılında Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’taki toplantısının ana mesajı olarak belirlenen “paydaş kapitalizmi” sadece hissedarların değil, tüm paydaşların ortak ve sürdürülebilir değer yaratmaya dâhil edilmesi olarak tanımlanıyor. Dünyanın belli başlı sermaye gruplarının hissedarların kısa vadeli kârlarını önceliklendirmek yerine, tüm paydaşların refahını gözeten paydaş kapitalizmini savunmaları, ESG unsurlarının yakın gelecekte daha da fazla önem kazanacağının bir işareti.

BlackRock CEO’su Larry Fink, şirket CEO’larına yönelik kaleme aldığı geleneksel mektupta 2021 yılında da ESG unsurlarının önemine dikkati çekerek, pandeminin bizi küresel iklim değişikliği tehdidiyle daha güçlü bir şekilde yüzleşmeye ve hayatlarımızı nasıl değiştireceğini düşünmeye sevk ettiğini belirtiyor. Şirketlerden iş modellerini iklim değişikliği ve diğer sürdürülebilirlik boyutlarını dikkate alarak şekillendirmelerini talep ediyor.

Yatırımcıları portföylerini değerlendirirken ESG unsur ve göstergelerini dikkate almaya teşvik eden Birleşmiş Milletler Sorumlu Yatırım İlkeleri kapsamında 2006 yılından bu yana imzacı sayısının 63’ten 3038’e, yönetilen varlık tutarının ise 6,5 trilyon USD’den 103,4 trilyon USD’ye çıkmış olması dünyada ESG çerçevesinde şekillenen sorumlu yatırımın ulaştığı büyüklüğü anlamak açısından oldukça önemli.

Gelişmekte Olan Piyasalarda Dönüşüm

Gelişmekte olan piyasalarda da şirketler uluslararası gelişmelerin yanı sıra yerelde hissedar, tüketici ve düzenleyici otoritelerden kaynaklanan dinamiklerin etkisiyle tüm paydaşların önceliklerini dikkate almaya, uzun vadeli değer yaratmaya odaklanmaya ve bu anlayışı iş yapış biçimlerine entegre etmeye başladı. Gelişmekte olan piyasalarda finans sektörü, özellikle de bankalar, ana finansman kaynağı olma özellikleri sayesinde kredilendirme süreçleri vasıtasıyla tüm sektörleri dönüştürme gücüne sahip kurumlar olarak ön plana çıkıyor. Bankaların kredi süreçlerinde sürdürülebilirlik ilkelerini gözetmeleri, bu finansmanı kullanacak şirketlerin de aynı ilkeler çerçevesinde iş yapmalarını sağlayarak ESG risklerinin daha iyi yönetilmesine olanak sağlıyor. Diğer taraftan uluslararası rekabet ortamında faaliyet gösteren bankaların uluslararası uygulamalara daha hızlı uyum sağlaması gereği, sürdürülebilirlik alanındaki iyi uygulamaları yerel düzeye hızla yaygınlaştırmasına ve kendileriyle beraber reel sektörü de dönüştürmelerine zemin hazırlıyor.

ESG unsurlarının iş modeline dahil edilmesi sadece çevresel, sosyal ve yönetimsel boyutlarda şirketlere düşen sorumlulukların yerine getirilmesini ve tüm paydaşlar için değer yaratılmasını sağlamakla kalmıyor. Sürdürülebilirlik konusunda başarılı olan şirketlerin, rakiplerine göre daha avantajlı olduğuna dair akademik çalışmalar mevcut. ESG unsurlarının ön planda olduğu şirketlerde hem getiri artıyor hem de riskli olarak sınıflandırılan gelişmekte olan ülkeler için bu unsurların dikkate alınması, bu şirketler özelinde riskleri azaltan bir etki yaratıyor.  MSCI Emerging Markets ESG Leaders Index, MSCI Emerging Markets Index ile karşılaştırıldığında tarihsel olarak daha yüksek getiriler elde ettiği görülüyor.  2020 yılında MSCI Emerging Markets ESG Leaders Index yıllık getirisi yüzde 20,46 düzeyindeyken, MSCI Emerging Markets Index’in getirisi yüzde 18,69 olarak gerçekleşti. 2019 yılında da MSCI Emerging Markets ESG Leaders Index’in 1,3 puan üstünde bir getiri sağladı.

Gelişmekte olan ülkelerdeki ESG uygulamaları söz konusu olduğunda, gelişmiş ülkelerin belli bir seviyeye geldikten sonra ESG unsurlarını dikkate almaya başladıkları, dolayısıyla aynı gelişmişlik düzeyinde olmayan diğer ülkelerden aynı standartları beklemenin doğru olmayacağı yönünde görüşler bulunmakta. Örneğin sera gazı emisyonlarının azaltımı konusunda, gelişmiş ülkelerin endüstrileşme sürecinden kaynaklanan çevre kirliliği sorunlarının çözümünün, henüz ekonomik gelişmelerini tamamlamamış olan gelişmekte olan ülkelere yüklenmesinin haksızlık olacağı gibi değerlendirmeler mevcut. Ancak çevresel kirlilik ve bunun sonucunda ortaya çıkan küresel ısınmaya bağlı iklim değişiklikleri aslında bu meseleyi son yıllarda ülke bazlı bir sorun olmaktan çıkarmış ve küresel ölçekte mücadele gerektiren bir noktaya taşımış durumda. Pandeminin de gösterdiği gibi yalnızca çevre boyutunda değil sosyal ve yönetimsel boyutlarda da global ölçekte mücadele edilmesi gereken sorunların artmasıyla, gelişmekte olan ülkelerin resmin dışında kalması mümkün gözükmüyor. Gelişmekte olan ülkelerin ihracat yaptıkları gelişmiş ülkeler tarafından belirli ESG kriterlerini sağlayan üretim ve hizmetlerin talep edilmesi de gelişmekte olan ülkeleri rekabet avantajı anlamında bu kriterleri karşılama yönüne doğru itiyor.

Dünyanın en fazla karbondioksit emisyonunu gerçekleştiren ülkesi Çin’in 2060 yılından önce karbon-nötr olma taahhüdü, gelişmekte olan ülkelerin de iklim krizi konusunda dünyada oluşan uzlaşının dışında kalmadığını gösteriyor. Gelişmekte olan ülkeler için, artık üzerinde neredeyse fikir birliğine varılmış olan iklim ve çevre konularında harekete geçmek Çin örneğinde de görüldüğü gibi nispeten kolay gözükmekle birlikte, sosyal ve yönetimsel boyutlarında kültürel farkların ağırlığı daha çok hissediliyor. Örneğin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda emisyon azaltımında olduğu gibi nesnel taahhütlerde bulunmak zor. Ancak bu noktada da gelişmekte olan ülkelerin, global şirketlerin tedarik zincirinde olmalarından dolayı uymak zorunda oldukları ilkeler sayesinde dönüşümün nispeten daha kolay olacağı beklenebilir.

Gelişmekte olan ülkelerdeki ESG uygulamaları söz konusu olduğunda gündeme gelen bir diğer konu ise raporlama ve veri kalitesindeki eksikler nedeniyle, gelişmekte olan ülke şirketlerinin ESG değerlendirmelerinin bu alandaki gerçek performanslarını yansıtmaması. Finansal olmayan göstergeleri raporlama pratiklerinin gelişmiş ülkeler düzeyinde olmaması, veri kalitesinin ESG değerlendirmesi yapan kuruluşların standartlarına uygun olmaması gibi unsurlar, gelişmekte olan ülkelerdeki ESG skorlarının var olan durumu tam olarak yansıtmamasına neden olabiliyor. Aslında bu sorun temelde sürdürülebilirlik raporlamalarının yeterince şeffaf olmaması ve bu konuda tek bir standardın bulunmamasından kaynaklanıyor. Sürdürülebilirlik raporlamasında kullanılan standartlara bakıldığında IIRC, GRI, CDP, SASB, TCFD gibi kuruluşlar ön plana çıkmakla birlikte, ortaklaşa belirlenmiş dünya çapında geçerli bir standarttan bahsetmek mümkün değil. Financial Times’a göre, tüm dünyada sürdürülebilirlik konusunda 230 civarında standart belirleyen inisiyatif/kuruluş bulunuyor. Raporlama konusunda ortak bir standardın olmaması yatırımcı ve paydaşların raporlama yapan şirketler hakkında karşılaştırılabilir ve analiz edilebilir bir veri setine ulaşmasını engellerken, raporlama yapan şirketlerin de sürdürülebilirlik alanında gösterdikleri gelişimleri ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na yaptıkları katkıları objektif ve karşılaştırılabilir bir şekilde ortaya koyamamasına sebep olabiliyor.

Öte yandan, bu konu ile ilgili olarak 2020 yılının son çeyreğinden itibaren ümit verici bazı gelişmeler yaşandı. Bu alanda standart oluşturan 5 büyük kuruluş; CDP (Carbon Disclosure Project), CDSB (Climate Disclosure Standards Board), GRI (Global Reporting Initiative), IIRC (International Integrated Reporting Council) ve SASB (Sustainability Accounting Standards Board) ortak bir bildiriye imza atarak sürdürülebilirlik konusunda ortak bir kurumsal raporlama sistemi oluşturma niyetlerini açıkladılar. Ardından Dünya Ekonomik Forumu, paydaş kapitalizminin metrikleri olarak tasarlanan ve şirketlerin uzun vadeli değer yaratma çabalarının ve SDG’ye katkılarının ölçülmesinin mümkün olabileceği bir raporlama çerçevesi yayımladı. Son olarak IFRS (International Financial Reporting Standards) Vakfı, kamuoyundan gelen sürdürülebilirlik alanında karşılaştırılabilir ve tutarlı bir raporlama standardı oluşturma taleplerinin de etkisiyle Sürdürülebilirlik Standartları Kurulu oluşturma niyetini beyan etti. Sürdürülebilirlik Standartları Kurulu seçeneğinin hayata geçirilmesi halinde, bu alanda halihazırda var olan çalışmaların üzerine ve öncelikle iklim değişikliği alanına yoğunlaşacak şekilde yapılandırılacak olan standartların, finansal raporlama standartlarını tamamlayıcı nitelikte olması öngörülüyor. Sadece bir yıl önce, 2019’da IFRS’in sürdürülebilirlik alanında standart belirleyici olmayı planlamadığı yönündeki açıklamaları dikkate alındığında, COVID 19 salgınının bu yöndeki çalışmaları hızlandırdığı anlaşılıyor.

Ülkemizde de 2 Ekim 2020’de SPK tarafından yapılan duyuru ile halka açık ortaklıkların çevresel, sosyal, yönetimsel alanlarında çalışmalarını yürütürken uymaları beklenen temel ilkeler açıklandı. Sürdürülebilirlik İlkeleri Uyum Çerçevesi kapsamında sürdürülebilirlik ilkelerinin uygulanıp uygulanmadığı, uygulanmıyor ise buna ilişkin gerekçeler, ilkelere tam olarak uyulmaması halinde çevresel ve sosyal risk yönetiminde ortaya çıkan etkilerin neler olduğuna ilişkin bilgilerin açıklanması gerektiği ilan edildi. Bu gelişme Türkiye’deki düzenleyici otoritelerin de sürdürülebilirlik konusunda dünyadaki gelişmeleri yakından takip ettiklerinin ve bu alanda gerek gördüklerinde düzenleme yapabileceklerinin önemli bir göstergesi durumunda.

Sonuç olarak, gelişmekte olan ülkeler için ESG uygulamaları henüz gelişime açık alanlar gibi görünse de, iklim krizi ve pandemi gibi global riskler ESG unsurlarının dünyanın her yerinde benzer şekilde ele alınmasını bir zorunluluk haline getiriyor. Kısa vadeli hissedar öncelikleri yerine, tüm paydaşların faydasının dikkate alınmaya başlandığı ve kapitalizmin paydaş kapitalizmine evrildiği günümüzde, ESG unsurları gelişmekte olan ülkeler için risk olduğu kadar fırsatlar da sunuyor. Sürdürülebilirlik raporlaması evreninin hızla dünya çapında uygulanabilecek tek bir standarda doğru ilerlemesi de dikkate alındığında, gelişmekte olan ülkelerin sürdürülebilirlik alanında ortaya koydukları gelişimle ön plana çıkarak rekabet avantajı sağlamaları ve hem dünyamızın geleceğine hem de uzun vadeli sürdürülebilir büyümeye katkıda bulunmaları mümkün olacaktır.

Paylaş:

Bu içeriği beğendiyseniz daha fazlası için ücretsiz üye olun!

SEÇENEKLERİ GÖRÜNTÜLE

Sınırsız Erişime Sahip Olmanın Tam Zamanı

HBR Türkiye içeriğine bir yıl boyunca tüm platformlardan erişin!
ABONELİĞİMİ BAŞLAT

Tüm Arşive Gözatın

Paylaş