
Temiz Dünya Genel Müdürü Orkan Uzunyayla, plastik üretim ve tüketim süreçlerini sürdürülebilir bir yapıya dönüştürmek için bireylerden kurumlara, üreticilerden karar vericilere kadar herkesin sorumluluk alması gereken bir dönemden geçtiğimizi ifade ediyor.
İş dünyasını son yıllarda en fazla meşgul eden konulardan biri sürdürülebilirlik. Sizin de faaliyet gösterdiğiniz çevre teknolojileri sektöründe ne gibi gelişmeler yaşanıyor?
Dünya genelinde ve Türkiye’de ekonomik, sosyal ve kültürel yapılar büyük bir dönüşüm içinde. Artık iş dünyası çok daha değişken, çok daha belirsiz bir dönemin içinde ilerliyor. Önümüzdeki 20 yılın, geçtiğimiz 20 yıla kıyasla oldukça köklü ve kapsamlı değişimlere sahne olacağını söylemek mümkün. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası oluşan barış ortamıyla birlikte hız kazanan ekonomik büyüme, küreselleşme ve tüketim alışkanlıkları bugün farklı kavramlarla yeniden şekilleniyor. Bu dönüşümün önemli aktörlerinden birisi ise kuşkusuz ki “sürdürülebilirlik,” yani uzun vadede devam ettirilebilir pratikler.
Çevre teknolojileri sektörü, bu büyük değişimin öncü alanlarından biri konumunda. Sürdürülebilirlik alanındaki gelişmeleri iki temel başlık altında ele almak mümkün: Yeni teknoloji ve ürünler ile uygulama, raporlama ve standartlar.
Teknoloji tarafında, plastik ve malzeme çözümlerinde kaydedilen ilerlemeler, düşük karbonlu inşaat uygulamaları, yeşil veri merkezi tasarımları, hidrojen gibi alternatif enerji kaynakları, atık yönetim sistemleri, yenilenebilir enerji depolama çözümleri ve bu sistemlere entegre edilebilen yapay zekâ teknolojileri son yıllarda öne çıkan odak alanlar arasında. Bu teknolojiler sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik sürdürülebilirliğe de katkı sağlıyor.
Takip edilebilirlik ve standartlar tarafındaysa, Avrupa Birliği öncülüğünde şekillenen ESG (Çevresel, Sosyal, Yönetim) prensipleri ve çerçeveleri, bugün artık sadece bir trend olmaktan çıkıp, küresel tedarik zincirinde yer alan tüm şirketler için bir gereklilik hâline gelmiş durumda. CSRD yönetmeliği ve ISSB standartlarıyla birlikte, şirketler daha şeffaf ve detaylı sürdürülebilirlik raporları sunmak zorunda kalıyorlar. Greenwashing (yeşil aklama) ile mücadele kapsamında sosyal ve çevresel etki raporlamaları tek bir çatı altında toplanıyor.
Bu gelişmelere paralel olarak, onarım, yeniden kullanım ve geri dönüşüm gibi döngüsel ekonomi modelleri hızla yaygınlaşıyor. Küresel döngüsel ekonominin 2024 itibarıyla 696 milyar dolar olan hacminin, 2031 yılına kadar 2,9 trilyon dolara ulaşması bekleniyor.
Biz de bu dönüşümün bir parçası olarak mikroplastik kirliliğinin azaltılması, ileri seviye plastik geri dönüşüm teknolojileri, çevre dostu ambalaj çözümleri gibi alanlara odaklanıyoruz. Bu teknolojik çalışmalarımızı, markalarla gerçekleştirdiğimiz işbirlikleri ve kamuoyunda farkındalık yaratmaya yönelik projelerle de desteklemeyi önemsiyoruz. Çünkü sürdürülebilir bir geleceğin yalnızca teknolojiyle değil, aynı zamanda güçlü bir toplumsal bilinçle mümkün olduğuna inanıyoruz.
Çevre politikalarının en fazla odaklandıkları konulardan biri de elbette plastik ve plastik ürünlerin doğaya verdiği zarar. Biraz bu sorundan ve etkilerinden bahsedebilir miyiz?
Plastik ürünler günümüzde birçok ihtiyaca karşı çok değerli bir çözüm teşkil ediyor ancak bunun yanı sıra büyük bir çevresel sorunu da beraberinde getiriyor. Plastik, bir değer ve çözüm zira, petrol yan ürünlerinden elde edilmesi sayesinde oldukça düşük maliyetlerle yüksek miktarlarda üretilebilmekte ve mukavemet, ısıl dayanım, hafiflik ve görsellik gibi birçok üstün özelliğe sahip olması sayesinde de artan dünya nüfusunun tüketim ihtiyaçları için ölçeklenebilir bir çözüm sunmakta.
Öte yandan, üretilen bu ürünlerin büyük bir kısmı çok kısa, bazen birkaç saniyelik bir kullanım ömrüne sahip olup hızla atığa dönüşüyor. Ürünler tüketilmiş olsa da ortaya çıkan atıkların kontrol altına alınması, çevresel etkilerinin en aza indirilmesi ve mümkünse döngüsel ekonomiye kazandırılması ise enerji harcanması gereken bir süreç olmayı sürdürmekte.
Örneğin, sigara jelatinleri, içecek bardakları, kargo poşetleri, ıslak mendiller ve bebek bezleri gibi birçok ürünü ve bu ürünlerin her gün ne kadar yüksek miktarda tüketildiklerini düşünün. Bu ürünler çoğu zaman sadece birkaç saniye ya da dakikalık kullanım süresinden sonra çöp hâline gelmekte. Üstelik bu tür ürünlerin çoğu geri dönüşüme girememekte ve sadece birer artık olarak doğaya karışmakta.
Plastik ürünler, petrol kaynaklı olmaları nedeniyle büyük oranda karbon ve hidrojen atomlarından, yani hidrokarbonlardan oluşur. Ne var ki, düşük maliyetle çok yüksek miktarlarda üretilebilen bu dayanıklı malzemelerin, sahip oldukları sağlam moleküler zincir yapıları nedeniyle doğada çözünmeleri yüzlerce yıl sürebilmekte. Ayrıca, bu ürünlere renk, mukavemet, esneklik, parlaklık gibi ek özellikler kazandırmak amacıyla eklenen katkı maddeleri, çevresel toksisiteyi daha da artırabilmekte.
Bu zararların önüne geçebilmek için geri dönüşüm ve geri dönüşüme uygun ürünlerin kullanımı kritik öneme sahip. Bu nedenle, Avrupa Birliği üyeleri başta olmak üzere birçok ülkede, geri dönüştürülebilir malzemelerin teşviki ve geri dönüşümden elde edilen ürünlerin kullanımına yönelik çeşitli devlet destekleri bulunuyor. Ancak tüm bu çabalara rağmen, bugün için plastik atıkların geri dönüşüm oranı, farklı kaynaklara göre yüzde 8 ile yüzde 14 arasında seyrediyor. 2025 yılı itibarıyla yıllık plastik üretiminin 400 milyon tonu aşacağı öngörülüyor ki bu da, bu oranların oldukça yetersiz olduğuna işaret ediyor.
Geri dönüştürülemeyen plastik atıkların önemli bir kısmı ya yakılmakta, ya düzenli depolama alanlarına gömülmekte, ya da ‘’kaçak plastikler’’ olarak doğaya karışmakta. Doğaya karışan bu plastikler zamanla parçalanarak mikroplastiklere dönüşmekte ve üretim sırasında kullanılan kimyasal katkı maddeleri de bu süreçte açığa çıkmakta. Mikroplastikler su çevrimlerine, oradan da içme suyuna ve biyolojik döngülere karışarak tüm canlıların vücuduna kadar ulaşabiliyor.
Bu alanda yapılan araştırmalar devam etse de mikroplastiklerin uzun vadeli etkileri henüz tam olarak ortaya konabilmiş değil. Ancak keşfettiğimiz kadarıyla, anne sütünde, insan plasentasında ve hatta kan örneklerinde dahi mikroplastiklere rastlanıyor. Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO), mikroplastiklerin insan sağlığı üzerindeki uzun vadeli etkilerinin anlaşılabilmesi için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu özellikle vurguluyor.
Sonuç olarak, plastik üretim ve tüketim süreçlerini sürdürülebilir bir yapıya dönüştürmek için bireylerden kurumlara, üreticilerden karar vericilere kadar herkesin sorumluluk alması gereken bir dönemdeyiz. Bu dönüşüm hem çevrenin hem de gelecek nesillerin sağlığı açısından büyük önem taşıyor.
Biyotransformasyon çok ciddi bir atık engelleme teknolojisi olarak öne çıkıyor. Bize bu teknolojiden ve atık yönetimine ne gibi yenilikler getirdiğinden bahseder misiniz?
Dünya genelinde istatistiksel olarak her üç plastik ambalajdan biri ne yazık ki geri kazanılamadan doğaya karışmakta. Karasal ortama düşen bu plastiklerin yaklaşık yüzde 81’i ise zaman içinde denizlere ulaşarak ciddi bir deniz kirliliği yaratmakta.
Biyotransformasyon teknolojisi bu soruna doğrudan çözüm sunmayı amaçlıyor. Biyotransformasyon, 2016’da Imperial College’daki bir teknoparkta geliştirilen ve 2018’de tüm dünyada patentlenen bir plastik katkı malzemesi teknolojisi. 2020’de İngiliz Standartlar Enstitüsü öncülüğünde dünya çapında standartlara kavuştu ve bu süreçten sonra tamamen ticarileşmeye ve yüksek oranda ölçeklenmeye başlandı. ‘’Biyobozunur’’ olarak sıklıkla yanlış şekilde isimlendirilen Oxo-Bozunur katkıların aksine mikroplastik ve toksisite oluşturmadan malzemeleri tamamen ortadan kaybolmasını sağlayabildiği için AB regülasyonları dahil çok geniş bir çevrede adapte edilebildi. Ayrıca bu teknoloji, yeni uygulamaları da beraberinde getirdi. Artık kullanılan malzemeler ayrı ayrı değil üretilen son ürünler olarak teste tabii tutuluyor ve üretici firmaya, ancak yüzde yüz güvenli bir şekilde ortadan kaybolabildikleri takdirde standartlar kapsamında üretim yapabileceğine dair bir akreditasyon sağlanıyor.
Bu teknoloji, plastik ürünlere üretim aşamasında yüzde 2 oranında eklenen özel bir katkı maddesine dayanıyor. Bu katkı sayesinde ürünler, doğaya karıştıklarında hiçbir şekilde mikroplastik ya da ekotoksik artık bırakmadan, yalnızca karbondioksit ve suya dönüşerek kısa sürede ortadan kayboluyor ve güvenli şekilde doğaya karışabiliyorlar.
Biyotransformasyonun en dikkat çekici yönlerinden biri, bu çözümün mevcut plastik üretim süreçlerine herhangi bir mekanik veya hammadde değişikliği gerektirmeden adapte edilebilmesi. Bu özelliği sayesinde teknoloji, plastik üreticileri için yüksek derecede ölçeklenebilir ve uygulanabilir hâle gelirken, tüketicilere de kullanım kolaylığı sağlıyor.
Ayrıca biyotransformasyon teknolojisiyle üretilen plastiklerin bozunma süreci, ürünün kullanım amacına uygun olarak raf ömrü boyunca normal plastik özelliklerini koruyacak şekilde hassasiyetle ayarlanabiliyor. Bu esneklik, hızlı tüketim ürünlerinden endüstriyel ürünlere kadar geniş bir yelpazede kullanım imkanı sunuyor.
Ek olarak, plastik reçetelerine çok düşük oranlarda eklendiğinden, biyotransformasyon katkısının üretim maliyetlerine önemli bir etkisi bulunmuyor. Nihai ürünler, konvansiyonel plastiklerle aynı geri dönüşüm sistemlerine uyumlu olduğundan, özel bir toplama veya ayırma süreci de gerektirmiyorlar. Bu da geri dönüşüm sistemlerine entegrasyon açısından büyük bir avantaj sağlıyor.
Özetle, biyotransformasyon katkısı kullanılarak üretilen bir plastik ürün aynı normal bir plastik ürün gibi görünüyor ve aynı fonksiyonu yerine getiriyor. Kullanım ömrü bittiğinde normal plastik ürünlerle birlikte geri dönüşüme sokulabiliyor. Ancak, eğer geri dönüşüme sokulamazsa ilave bir emniyet sistem devreye giriyor ve ürünü çok kısa sürede, tamamen ve güvenli bir şekilde ortadan kaldırıyor. Bu özellikleri ile kaçak plastik sorununa etkili ve uygulanabilir bir çözüm sunuyor, mikroplastik kirliliğinin önüne geçiyor ve çevreci ekonomi hedefleriyle uyumlu bir yaklaşım ortaya koyuyor.
İş dünyasında biyotransformasyon teknolojisinden kimler, nasıl faydalanıyor?
Biyotranformasyon, ürünlerinde ya da iç süreçlerinde tek kullanımlık ya da kısa ömürlü (üç seneye kadar) plastik kullanımına sahip her şirket tarafından kullanılabiliyor ki bu da iş dünyasının potansiyel olarak neredeyse tamamına tekabül ediyor. En erken adapte olan organizasyonlar tabii ki en kısa ömürlü plastikleri en yoğun şekilde kullanan FMCG firmaları. Gıdadan tekstile, zincir marketlerden kozmetik üreticilerine, dünyadan ve Türkiye’den çeşitli şirketler bu teknolojiden aktif olarak faydalanabiliyorlar.
Tekrar sürdürülebilirliğe dönersek, iş dünyasını gelecekte ne gibi gelişmeler bekliyor?
Gelecekte sürdürülebilirlik, iş dünyası için sadece bir tercih değil, varlığını sürdürmenin temel şartlarından biri hâline gelecek. Bu dönüşüme ayak uydurmak, şirketler açısından her zamankinden daha kritik bir öneme sahip. Artık yalnızca düzenlemeler ve devlet politikaları değil, yeni jenerasyon tüketicilerin beklentileri de şirketleri sürdürülebilirlik yönünde adım atmaya zorluyor.
Özellikle genç nesil, bir ürün ya da hizmeti satın almadan önce yalnızca kalite ya da fiyat kriterlerine bakmıyor, aynı zamanda markanın arkasındaki şirketin çevresel duyarlılığına, etik değerlerine, sosyal sorumluluk anlayışına ve yöneticilerinin bu konulardaki yaklaşımına da dikkat ediyor. Bu da firmaların çevresel (Environmental), sosyal (Social) ve yönetişim (Governance) alanlarında performansını gösteren ESG kriterlerini her geçen gün daha önemli hâle getiriyor.
İçinde bulunduğumuz hiper iletişim çağında, sosyal medya başta olmak üzere dijital platformlar aracılığıyla tüketiciler seslerini daha güçlü bir şekilde duyurabiliyorlar. Bu da markaların yanında ya da karşısında yer alan toplumsal inisiyatiflerin hızla şekillenmesine neden oluyor. Sürdürülebilirlik bilincine sahip bireyler kitlesel inisiyatif oluşturmada aktif rol alabiliyorlar.
Bu çerçevede, markasına değer veren tüm şirketlerin hem düzenlemelere uyum sağlama hem de tüketicilerin talep ettiği güven ve sadakati sağlama açısından yeni sürdürülebilirlik değerlerini iş modellerine entegre etmeleri büyük önem taşıyor. Bu sadece bir çevre politikası değil, aynı zamanda bir kurumsal strateji ve uzun vadeli rekabet avantajı meselesi hâline geldi.
Özetle, iş dünyası için sürdürülebilirlik artık gelecekten bahsederken konuşulan bir kavram değil, bugünün koşullarında hızla harekete geçilmesi gereken bir zorunluluk.
Bir çevre teknolojisi şirketi olarak sizin gelecek planlarınız neler?
Bir çevre teknolojileri şirketi olarak en öncül faaliyetimiz plastik kirliliğine karşı geliştirilen yeni ürün ve çözümler üzerine çalışmak ve Türkiye’deki şirketlere bu teknolojilerin adaptasyonları ile ilgili faaliyet göstermeye devam etmek olacak. Özellikle biyotransformasyon gibi çevresel etkisi düşük ve ölçeklenebilir çözümlerin sektöre entegrasyonu konusunda çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bununla birlikte yeni dönemde şu an için sınırlı bir malzeme çeşitliliğine sahip olan biyotransformasyon teknolojisinin farklı malzemelere adapte edilebilmesi için de gayret göstereceğiz.
Diğer yandan, plastik atık söz konusu olduğunda tüketim alışkanlıklarının, üretim kadar ve hatta çoğu zaman ondan daha fazla belirleyici olduğunu biliyoruz. Bu sebeple teknik ve yönetim ekibimizin yanı sıra oluşturduğumuz yeni bir ekip ile Türkiye’deki markalarla görüşmeye ve ortak projeler geliştirmeye başladık.
Bu kapsamda, yenilikçi çevresel ve sürdürülebilir teknolojilerin asıl kullanıcısı ve savunucusu olabilecek markalar aracılığı ile tüketicilere ulaşabilmeyi ve sürdürülebilir plastik teknolojilerinin en hızlı ve etkili şekilde yaygınlaştırabilmeyi hedefliyoruz.