6 Şubat günü ülkemizde yaşanan deprem felaketinin ardından şirketlerin bu tür krizlerde neler yapabileceğine dair birçok örnek ile karşılaştık. Tiryaki Agro CEO’su Süleyman Tiryakioğlu ile bir lider olarak bu sürecin nasıl yönetilmesi gerektiğine, kriz yönetimine ve şirketlerin bu dönemlerdeki sorumluluğuna dair konuştuk.
Öncelikle Tiryaki Agro’yu tanıyabilir miyiz?
Pirinç, bakliyat, tahıl, yem, yağlı tohumlar, kuruyemiş ve organik gıda ürünlerine ilişkin tedarik zincirini en verimli şekilde yöneterek değer yaratan, Türkiye’nin lider, dünyanın ise önde gelen oyuncularından biriyiz. 40 ülkeden yaptığımız kaynaklama ile 53 ülkeye ulaşıyoruz ve tarım tedarik zincirinin üretimden depolamaya, lojistikten ticarete her halkasını titizlikle ve ustalıkla yönetiyoruz. Ayrıca, Türkiye’de işlettiğimiz 60 bin dönüm araziyle ülkemizin en büyük özel sektör çiftçisiyiz. Rusya, Ukrayna, ABD, Kanada ve bazı Batı Afrika ülkelerinde de sözleşmeli tarım yapıyoruz. Her yıl farklı coğrafyalardan dört milyon tondan fazla tarım ürününü tedarik ediyoruz. Dünyanın her yerinde iş yapma kabiliyetimizle aynı anda çok farklı bölgelerde lider konuma gelebiliyoruz. Örnek vermek gerekirse, dünyanın en büyük organik gıda tedarik zinciri yöneticisiyiz ve Kuzey Amerika’da yüzde 25 payla açık ara lider durumdayız. Aynı zamanda Irak'ta yüzde 40 pazar payıyla soya, soya küspesi, mısır gibi ürünlerin ve yem pazarının lideriyiz. Doğu Afrika’da buğday, un, mısır gibi birçok ürünle pazarda çok önemli bir yere sahibiz.
Deprem felaketinin üzerinden bir ay geçti. Olayın yaşandığı ilk günlerin yoğunluğuyla herkes bölgedeydi. Siz de depremin ikinci gününden itibaren oradaydınız. Bölgede üretim tesisleri de olan bir şirketin lideri olarak, yaşadıklarınız ve gördüklerinizin sizde yarattığı duygu nedir? Lider olarak bu süreci nasıl yönettiniz?
Eminim sadece ben ve iş dünyasının liderleri değil, hepimiz bu dönemde şunu sorduk kendimize: Büyük felaket dönemlerinde önemli ve değerli olan nedir? Ben bu soruyu kendi adıma şöyle yanıtladım: Bence aile, şirket, devlet kurumsallığı ve koordinasyonu. Ülke olarak bunun önemini ve değerini maalesef çok acı bir olayla bir kez daha tecrübe ettik.
Bir şirketin lideri olarak, kendi alanımda yaşadıklarımdan ilhamla duygu ve düşüncelerimi şöyle aktarmak isterim:
Fiziksel denge için sabit, hareket etmeyen bir zemin gerekir. Bu durum huzur verir. Duygusal denge ise basit hali ile “tarafların aşırı düzeyde çatışma yaşamaması” halidir.
Depremin yarattığı ilk his, dengesizliktir. Çünkü üzerinde durduğumuz zemin, kontrolsüz biçimde hareket eder, çaresizce tutunmaya çalışırız. Depremin şiddeti arttıkça kırılan, çöken ya da dökülen eşya ve diğer nesnelerden dolayı da kendimizi ve yakınımızdaki insan ve bazen de eşyaları korumaya çabalarız.
Duygumuz doğal bir korku, aradığımız ise güvenliktir. İşte bu noktada liderlik kavramının önemi ortaya çıkar. Liderlik öncelikle duyguları yönetmek ve odaklanmaktır.
Bana göre şirket; çatıdır. Çatı malum; korur, kollar ve güven hissettirir. Kurum olarak bahsettiğim bu korkuyu yenmek ve güvenlik sağlamak için depremin ilk saatlerinde hemen bir kriz koordinasyon toplantısı yaparak ortak akılla bir yol haritası belirledik.
Çatı olarak ilk görevimiz deprem bölgesindeki çalışma arkadaşlarımız ile ailelerini korumak, kollamak ve güven duygusunu vermekti. Bunu, sahada bulunmadan, onların yanında olmadan yapamazdık. Yönetim kurulumuz, ben ve yönetici arkadaşlarım, deprem felaketinin ikinci günü sabah saatlerinde yollar açılır açılmaz bölgemizdeydik. Depremin birinci gününün öğle saatlerinden itibaren şirketteki çalışma arkadaşlarımızın ve ailelerinin barınma, gıda ve güven ihtiyacı elimizden geldiğince karşılanmıştı. Çalışanlar olarak birbirimize tam anlamıyla kenetlenmiştik. Bizzat şahit olduğum bu olağanüstü gayret çok çarpıcıydı; ailesinde yaşadığı kayıplara rağmen, henüz cenazesini bile kaldırmamışken veya yakınları göçük altındayken günlerce uyumadan gösterilen çaba, hâlâ düşündükçe tüylerimi diken diken ediyor. Belki de ömrüm boyunca bunu hep hatırlayacağım, değerli olan şey tüm çıplaklığıyla ortadaydı.
Şirketlerin böyle dönemlerdeki sorumluluğunu nasıl tanımlarsınız?
Şirketler olarak kırılgan olma lüksümüz yok, topluma karşı sorumluyuz. Bu yüzden birincil görevimizi yerine getirdikten sonra yaşadığımız toplum ve ona karşı sorumluluklarımız devreye girdi ve bu kez güçlü yönlerimizle önyargısız, yalın bir şekilde devletimizin yanında olmalıyız diye düşündük. Bu süreçte organizasyonel kabiliyet en önemli konu olarak karşımıza çıktı. Öncelikle halka gıda dağıtırken, diğer yandan çevrede yaşayan çiftçilerin hayvanları için de yem dağıttık. Afet anında ülkemizin mevcut kaynaklarını kontrollü kullanabilmesi için “ek dış kaynak” sağlayarak destek olmamız gerektiğini düşündük, uluslararası operasyonel kabiliyetimiz ile Mısır, Çin, Rusya ve ABD’den kargo uçaklarıyla battaniye ve çadır temin ettik. Konteyner ve çadır kent kurmaya başlayarak yaraları sarmaya elimizden geldiğince devam ediyoruz.
Peki bundan sonra ne olmalı? Felaketin sıcaklığıyla bölgeye gidenler yavaş yavaş dönüyor. Bu seferberlik duygusunun devam etmesi nasıl sağlanır?
Evet, aslında bütün bunları herkesin kendince üzerine düşeni yapmasının ardından, “asıl görevimizin şimdi başladığını’’ vurgulamak için anlattım. Bizim gibi birçok şirket topluma faydalı olacak büyük destekler vermeye çalıştı ve hâlâ çalışıyor. Bundan sonra konuşmamız gereken, bu destekleri ustalıkla nasıl devam ettireceğimiz, bu konuda nasıl organize olabileceğimiz olmalı. Ben özel sektördeki Türk şirketlerinin, özellikle de aile şirketlerinin, dünyada eşine az rastlanılan, operasyonel kabiliyeti çok yüksek ve güçlü kurumlar olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda da ülkenin en çevik organizasyonları olduklarını düşünüyorum.
Hepimiz böylesi büyük bir yıkım karşısında öncelikle halkın ihtiyaçlarını düşünerek ve siyasallaşmadan, sağduyu ile devletimizin yanında olup kendi iştigal konumuzda yardımcı olmayı birincil sorumluluğumuz olarak görmeliyiz. Bu bizim için tercihen değil, ülkenin bir kurumu olarak zaruri bir görevdir. Bizler aynı zamanda sosyal kurumlarız, bunun planlanması ihtiyacını daha önce göz önüne almadığımızı ve hazırlanmamamızın bir hata olduğunu kabul etmek zorundayız.
Sizin öneriniz nedir?
Yaşadığımız bu felaket tümdengelim ile değil, ancak tümevarım ile çözülebilir. Yani toplumun en küçük kurumu olan aileden başlayarak şirketler, STK’lar ve devlet silsilesinde yaralar sarılabilir. Toplumun en küçük kurumları olan aileler bu çözümün önemli bir parçası ve bu görevi fazlasıyla yapıyor. Onların yaptıkları, toplum vicdanının temellerini oluşturuyor. Ancak onlar doğası gereği dar alanda paslaşıyor, etkileri sınırlı oluyor. Devlet de tüm imkanlarını mobilize ederken kitlesel bakmak zorundadır. Yine doğası gereği “terzi usulü” yaklaşamaz. Bu fonksiyonu şirketler ve STK’ların desteğiyle hayata geçirir. Bu aşamada biz şirketlerin hem kurumsal hem de çevik yaklaşımı, sorunun çözümüne tam yerinde bir destek sağlıyor, bunu ustalıkla ve ekip ruhuyla yapmak ise çalışma arkadaşlarımızın ve dolayısıyla halkın kendini güvende hissetmesini sağlarken bizlerin ve çalışma arkadaşlarımızın da ruhuna ve vicdanına iyi geliyor. Çalışma arkadaşlarımızı da içine katarak yapacağımız samimi ve sahici destekler, deprem bölgesinde olmayan ancak depremzedelerin acılarıyla empati kurmaya çalışan arkadaşlarımız için de bir ihtiyaçtır. Şirket liderleri olarak bu alanı ihmal etmemek gerekir. Bu bağlamda bize düşen sadece nakdi veya ayni yardım yapmak değil, liderlik olarak biriken bu duyguyu da yönetmektir diye düşünüyorum.
Bunu bir çağrı olarak değerlendirebilir miyiz?
Bence önemli olan şu soruyu her gün sormaktır: Hepimiz güce sahip olan yöneticileriz, peki gücü kendimiz için değil, kurum için, diğerleri için doğru kullanan “güçlü liderler” miyiz? Her şirket kabiliyetini ve potansiyelini zaten en iyi kendisi bilir. Kimin ne yapması gerektiğini detayları ile söylemek elbette benim görevim değil. Ben sadece şirketlerin liderleri olarak hakikatten şaşmadan, en güçlü yanlarımızla, tüm kabiliyetlerimizle ülkemize destek olmaya devam etmenin önemine, bunu ekibimizin de vicdanını gözeterek yapmamızın değerli olduğuna değinmek istedim.
Felaketi kaos olarak tanımlayabiliriz. Doğal olarak ilk günlerde yaptıklarımız ağırlıklı olarak şok karşısındaki davranış refleksimizdi; köklerimizden gelen müthiş bir yardımlaşma çabası ile müdahale ettik, sahici bir dayanışma gösterdik. Bundan sonra yönetmemiz gereken birikmiş duygu seli ve mevcut küresel stres ile de katlanan, son derece karışık olan ekonomik, siyasal ve sosyal paradigmalardır.
Bugün yaşadıklarımızı uzun vadede nasıl yönetebiliriz?
Ben bu kompleks durumları sadece ortak akılla ve ustalıkla alınan inisiyatiflerle yönetebileceğimize inanıyorum. Bu, yıllar sürecek bir yolculuk ve sürdürülebilir dayanışma gerektirir. Bizler iş insanları olarak ivedilikle sürdürülebilir dayanışmayı içselleştirip şirketlerimize, iş süreçlerimize entegre etmeliyiz. Çünkü deprem bölgesinde ihtiyaçlar farklılaşıyor, bundan sonra bize de kendi imkanlarımızla daha uzun soluklu çözümler üretmek düşüyor. Yaralar tamamıyla sarılana kadar sosyal rolü ağır basan kurumlar olmak zorundayız. Kurumsal vicdanı olan her şirketin deprem bölgelerinde sürdürülebilir dayanışma ruhuyla desteğe devam etmesi gerekiyor.
Bu yaralar elbette sarılacak ama akılda kalacak olan nasıl sarıldığı ve sararken yaşanan duygu olacaktır. Bu duyguyu kapsayıcı şekilde olumluya yorabilmek başlıca görevimiz olmalıdır.