Basit Ama Zor: Sürdürülebilirlik ve Sistem Yaklaşımı

20 Haziran 2018, Çarşamba

Albert Einstein, “Eğer ele aldığımız bir konuyu sade bir şekilde anlatamıyorsak, konuyu anlamamışız demektir.” der. Bu sebeple sürdürülebilirlik kavramının tanımını bir kez daha hatırlamakta fayda var. Sürdürülebilirlik, altında üç önemli kavramı barındırıyor; “doğal çevre”, “sosyal çevre” ve “finansal performans”. Sürdürülebilirliğin anlaşılması için her üç kavramın yani boyutun ne olduğunun anlaşılması kadar bu boyutların birbirleriyle nasıl etkileşimde olduklarının da anlaşılması çok önemli. Aslında sürdürülebilirlik kavramının asıl önemi bu üç ana konunun beraberce nasıl hareket ettiğinin anlaşılmasında yatıyor. Bu yüzden sürdürülebilirliği “sistem yaklaşımı” açısından incelemek faydalı olacaktır. 

Sistem, belli parçalardan oluşur ve temelde her bir parçanın birbiriyle ve dışardaki diğer parçalar ve sistemlerle ilişkisi vardır. Sistem yaklaşımında parçalar bulundukları sistemden ayrı olarak ele alınmaktansa, o sistemin bir parçası olarak konumlanır ve incelenirler. Sistem yaklaşımı, ana bilim alanı biyoloji olan Von Bertalanffy tarafından 1950’lerde geliştirilmiş ve daha sonra hem kendisi hem de diğer birçok değerli akademisyen ve düşünür tarafından sosyal bilimlere uygulanmıştır. Bertalanffy, sistemi tanımlarken biyolojik organizmadan yola çıkmıştır. Temelde, bizim burada bahsettiğimiz sistemler bir bölge, bir kamu kurumu, bir şirket veya bir aile olabilir. Bir sistemin sürdürülebilir olması, yakınında bulunduğu çevre ile arasındaki etkileşime bağlıdır. Parçalar arasındaki etkileşimin bütünü nasıl etkilediğinin en işlevsel tanımını Aristo’nun ünlü sözü ile yapmak mümkün:  “Bütün, parçaların toplamından büyüktür.” Sosyoloji, psikoloji, yönetim bilimleri gibi birçok alanın bu tanımı kendi konularını anlamlandırmada kullandıklarını da görürüz.

Sürdürülebilirlik

Aslında 1980’lerden itibaren akademisyenler, şirketler ve yönetim kuramlarını araştıran sosyal bilimciler, insan doğası, insanın yarattığı kurumlar, kuruluşlar, örgütler, sosyal hayat ve doğal yaşam, çevre ve kaynaklar arasındaki kopukluğu vurgulamaya başladılar. 

Sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir gelişim kavramlarının ana teması 1987 yılında “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu” tarafından ortaya atıldı: 

“Bugünün ihtiyaçlarının karşılanabilmesinin, gelecek nesiller kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme yetilerini yok etmeden sağlanmasıdır.” 

Bu tanım günümüzde de hâlâ birçok kuruluşun ortaklaşa kabul ettikleri sürdürülebilir gelişme kavramının temelini oluşturmaktadır. Özetle sürdürülebilirlik geleceği tüketmeden yaşam kalitesini sağlamaktır diyebiliriz.

Bu tanım ortaya atıldıktan sonra “nasıl” sorusunun cevapları birçok akademisyen ve uygulayıcı tarafından aranmaya başlandı. 

Barbier, 1987 yılında sürdürülebilir gelişmenin birbiriyle uyumlu ve birbirini kapsayacak şekilde eşzamanlı yer alması gereken üç ana unsurunu tanımladı. Bunlar biyolojik sistemin amaçları (genetik çeşitlilik, uyum, biyolojik üreme), ekonomik sistemin amaçları (temel ihtiyaçların karşılanması, eşitliğin sağlanması, fayda getiren mal ve hizmetlerin tedarik edilmesi) ve sosyal sistemin amaçları (kültürel çeşitlilik, kurumsal sürdürülebilirlik, sosyal adalet, katılım) olarak toplandılar. 

Sistem yaklaşımı açısından sürdürülebilirlik, bir sistemin kendini devam ettirebilmek için uzun vadede sistemin yeniden tasarlanması olarak tanımlanabilir. Bu tasarım her ihtiyaç duyulduğunda kendini tekrar tekrar yenilemeli. Ancak her seferinde yenilenmek birçok açıdan maliyetli olabilir. Diğer yandan ise bir sistemin yarattığı ana faydalar, konjonktür değiştikçe, sistemin yapışıp kaldığı dogmalar, engeller de olabilir. Burada dengeyi sağlamak ve güncellenmek için “Biz nasıl yaşamak istiyoruz ve bizim yarattığımız her türlü oluşumun bu yaşamdaki yeri ne?” soruları sürdürülebilirliği sağlamak üzere işlevsel olabilir. Aslında bu sorular sürdürülebilirliğin ve sürdürülebilir gelişmenin zeminini oluşturuyor.  Bu zemin her türlü kurum ve kuruluşun stratejisinde, doğal çevrenin yapılanmasına, sektörlerin konumlanmasında, devlet politikalarının oluşturulmasında yer bulabilir. 

Artık günümüzde akademisyenlerin, uygulayıcıların ve de karar vericilerin üzerinde hem fikir olduğu nokta birbiriyle etkileşim içinde olan karmaşık sistemlerin “sistem yaklaşımı” dahilinde ele alınması gerektiğidir. Buna göre sosyal sistemler, doğal sistemin içinde konumlanırken, faaliyetlerin devamın kazanç elde etmeye bağlıdır. Böylece, sürdürülebilirliği sistem temelli bir kavram olarak görebiliriz. Sistem düşüncesinin sürdürülebilirlik kavramına uygulanmasıyla karşımıza çıkan tablo basit bir anlatımla şudur: Kurumlar faaliyetlerini sürdürebilmek için doğal çevreden elde ettikleri girdilere ihtiyaç duyarlar. Bunun sonucunda ortaya çıkan ürün/hizmetler doğal çevreyi ve sosyal çevreyi etkiler. Bu etkileşim içindeki karmaşık bir döngü, geribildirim düzenekleriyle kendini tekrar eder. Buradaki geribildirim düzenekleri ve oluşumları sistemin işleyişinin devamı için esastır. Kurum bu sayede dışarıdaki sistemin ihtiyaçlarını anlar ve kendini bunlara cevap verebilir nitelikte düzenler. Böylelikle kurum, bu cevap verebilirlik kapasitesi sayesinde faaliyetlerinin devamı yani yaşaması için gerekli olan kaynağı elde eder. 

Birçok çevreci kuruluş ve örgütün hassas olduğu ekonomik büyüme, yerel yönetimlerin belli politikalardan ve stratejilerden yoksun olması, kaynak dağılımlarının verimli bir şekilde yapamaması sonucu, doğal çevreye zarar verebilir hale geliyor. Hâlbuki ekonomik büyümenin en önemli sebeplerinden birinin yoksulluk ile mücadele etmek, yaşam koşullarının iyileşmesi olması gerekiyor. Tüm bunlar olurken de doğal kaynakların yaşamı destekleyecek ve verim elde edecek şekilde kullanılması sürdürülebilirlik kavramının sistem yaklaşımı dahilinde uygulandığının bir göstergesi olur. Sistemin bir parçası olan ve aynı zamanda kendi içinde de bir sistem olan kurumlar, yoksulluk ile mücadeleyi “hayırsever” olup kendilerine imaj çizmek için yapmazlar. Bunun altında, kendi sistemlerinin salahiyeti, etkileşimde bulundukları ve beslendikleri sistemlerin ve parçası oldukları büyük sistemin de işlemesine bağlı olması yatar. Bu yüzden şirketler daha verimli olmak zorunda ve parçası oldukları sosyal düzeleme, doğal çevreye faydalı olmak durumundadırlar. 

Sürdürülebilirliğin üç boyutu olan doğal çevre, sosyal çevre ve ekonomik getiriyi birlikte ele aldığımızda, birinin diğerinden önce gelmesi veya daha önemli olması mümkün değildir. Her üç boyutun da birbiri içinde uyumla akması sonucu sürdürülebilirlikten bahsedebiliriz. Doğal çevrenin sosyal çevreyi, sosyal çevrenin de ekonomik boyutu kapsadığı büyük bir sistemin oluşumu sonucu bu sistemler arasındaki etkileşimin devam etmesi aslında sürdürülebilirlik. Evet, bir hiyerarşi var ama hiçbir parça diğerinden üstün değil ve her parça birbirinin varlığına kendi varlığını daha anlamlı kılmak üzere hizmet ediyor. Sistem yaklaşımı ruhu ile sürdürülebilirlik tanımı, sadece “ne” sorusuna cevap vermekle kalmıyor, “nasıl” sorusunun cevabının da ana hatlarını çiziyor. 

Paylaş:

Bu içeriği beğendiyseniz daha fazlası için ücretsiz üye olun!

SEÇENEKLERİ GÖRÜNTÜLE

Sınırsız Erişime Sahip Olmanın Tam Zamanı

HBR Türkiye içeriğine bir yıl boyunca tüm platformlardan erişin!
ABONELİĞİMİ BAŞLAT

Tüm Arşive Gözatın

Paylaş